Teoloji & Doktrin

Kendimizi İnkâr Etmek

Biz Kendimizin Efendisi Değiliz, Tanrı’ya aidiz. Rab’bin yasası, insanın yaşamını düzenleyen en ayrıntılı ve en güzel tasarlanmış yöntemi sağlasa bile, Göklerdeki Öğretmene, yasasında ortaya koyduğu bu kural için, çok daha açık bir planla halkını biçimlendirmek iyi görünmüştür. İşte, bu planın başlangıcı: İmanlıların görevi, “bedenlerini Tanrı’ya, kabul edebileceği kutsal ve canlı bir kurban olarak sunmaktır” ve yasaya uygun olarak O’na tapınma bunu içermektedir [Rom. 12:1]. “Bu dünyanın gidişine uymasınlar ama Tanrı’nın iradesini kanıtlayabilmek için, düşüncelerinin yenilenmesiyle değişsinler” [Rom. 12:2] teşvikinin temeli budur. Şimdi önemli olan şu: Tanrı’nın yüceliğinin dışında hiçbir şeyi aklımızdan geçirmeyelim, konuşmayalım, düşünmeyelim ve yapmayalım diye, kendimizi Tanrı’ya adarız, kendimizi O’na veririz. Çünkü kutsal bir şey, O’nu apaçık yaralamadan saygısızca kullanılamaz.

Biz, kendimize değil, Rab’be aitsek [Krş. 1Ko. 6:19], hangi yanlıştan kaçınmamız gerektiği bellidir ve yaşamımızdaki bütün davranışlarımıza düzen vermeliyiz. Biz, kendimize ait değiliz: Bu durumda ne aklımız ne de irademiz planlarımıza ya da işlerimize hükmetsin. Biz, kendimize ait değiliz: Benliğimize göre bizim için uygun olanı aramayı hedef haline getirmeyelim. Biz, kendimize ait değiliz: Kendimizi ve bize ait olan her şeyi elimizden geldiğince unutalım.

Tam tersine, biz, Tanrı’ya aidiz: O’nun için yaşayalım ve O’nun için ölelim. Biz, Tanrı’ya aidiz: Bütün davranışlarımızı O’nun bilgeliği ve iradesi yönetsin. Biz, Tanrı’ya aidiz: Bu durumda, yaşamımızın her döneminde, yasaya uygun tek amacımız olarak O’nun için gayret edelim [Rom. 14:8; Krş. 1Ko. 6:19]. Kendisine ait olmadığı öğretilen, aklını Tanrı’ya teslim edebilsin diye, egemen olmaktan ve yönetmekten vazgeçen insan ne kadar kazançlıdır! Kendi çıkarımıza bakmak, bizi mahva götüren en etkili vebadır. Bu durumda, kurtuluşumuzun tek limanı hiçbir konuda bilge olmamak ve kendiliğimizden hiçbir şey istememek ama sadece Rab’bin gösterdiği yoldan gitmektir.

O zaman ilk adım şu olsun: İnsan, yeteneğinin bütün gücüyle Rab’be kulluk etsin diye, kendini bıraksın. Sadece Tanrı’nın Sözü’ne itaat etmeye değil, insanın düşüncesindeki dünyasallığın anlamını boşaltarak, tamamıyla Tanrı’nın Ruhu’nun emrine yönlendiren şeye “kulluk” diyorum. İnsan yaşamına ilk girdiğinde, Pavlus’un “düşüncenin yenilenmesi” [Ef. 4:23] dediği bu dönüşümü hiçbir filozof bilmiyordu. Filozoflar, insanı yöneten tek ilkenin sadece akıl olduğunu öne sürerler ve sadece aklı dinlemek gerektiğini düşünürler; kısacası, yaşamın yönetimini sadece akla emanet ederler. Ancak Hristiyan felsefesi, akla Kutsal Ruh’a boyun eğmesini, kendini O’na bırakmasını ve O’na tabi olmasını emretmektedir. Öyle ki, insan artık yaşamasın ama Mesih’in yaşadığını ve içinde, O’nun hüküm sürdüğünü işitebilsin [Gal. 2:20].

Kendini Tanrı ‘ya adayarak kendini inkâr etmek
Bunun ardından ikinci nokta gelmektedir: Bize ait olan şeyleri değil, Rab’bin iradesi olan ve O’nu daha çok yüceltmeye yarayacak şeyleri isteyelim. Bu, büyük bir ilerlemenin de kanıtıdır: Kendimizi neredeyse unutarak, ben-merkezciliğe elbette itaat ettirerek, gayretimizi Tanrı’ya ve O’nun emirlerine adamaya sadakatle çalışırız. Kutsal Yazı, bize ben-merkezciliği bırakmamızı emrettiğinde, sadece sahip olma özlemini, iktidar arzusunu, insanların gözüne girmeyi zihinlerimizden silmekle kalmaz, insanın görkemi için beslediği tutkuyla birlikte diğer arzularını ve çok daha gizli başka vebaları da kökünden söküp atar. Bu durumda tabii ki, Hristiyan, yaşamı boyunca kendini vermesi gereken Tanrı’yla birlikte olduğunu içinde hissetmeyi çok istemeli ve düşünmelidir. Bu şekilde, sahip olduğu her şeyi Tanrı’nın kararına ve yargısına atfederken, zihnindeki tek amacını da özenle O’na atfedecektir. Yapması gereken her şeyde Tanrı’ya bakmayı öğrenmiş biri, aynı zamanda bütün batıl düşüncelerden de sakınır. Bu, Mesih’in hizmetinin başlangıcında öğrencilerine büyük bir içtenlikle emrettiği kendini inkâr etmedir [Krş. Mat. 16:24]. Bu, yüreği bir kez ele geçirdiğinde önce ne gurura, kendini beğenmişliğe ne de gösterişe; sonra da ne açgözlülüğe, tutkuya, şehvete, kadınsı davranışlara ne de kendimize olan sevgimizin yol açtığı başka kötülüklere yer kalır [Krş. 2Ti. 3:2-1]. Öte yanda kendimizi inkâr etmenin hüküm sürmediği yerde ya en kötü ahlaksızlıklar utanmazca bütün şiddetiyle devam eder ya da görünüşte bir erdem varsa, övüldükten sonra baştan çıkan tutku onu yok eder. Rab’bin emri uyarınca kendinden vazgeçmediğinde insanlara karşılıksız iyilik yapan birini bana gösterebilirseniz gösterin. İçinde bu duygunun olmadığı herkes, en azından övülmek adına erdemin peşinden koşar. Erdemin, kendi adına peşinden koşulması gerektiğini her zaman en çok öneren bu filozoflar,[1] gurur fırsatı olmasının dışında başka hiçbir nedenle erdemin peşinden koşmadıklarını gösterecek kadar büyük bir kendini beğenmişlikle şişinmektedirler. Ne var ki, Tanrı, popüler esintiyi[2] arayanlardan ve böylesine şişmiş canlardan hiç hoşlanmaz. Onların, ödüllerini bu dünyada aldıklarını duyurur [Mat. 6:2, 5, 16], fahişelerle ve vergi görevlilerini onlardan daha çok Göklerin Krallığına yakınlaştırır [Mat. 21:31]. Ancak insan kendisini inkâr etmedikçe, doğru yolda gitmemesi için önüne çıkan engellerin ne kadar çok ve ne kadar büyük olduğunu hala net olarak açıklamış değiliz. Şu çok doğru bir sözdür: “Ahlaksızlıklar dünyası insanın canında saklıdır”[3] Kendinizi inkâr etmekten, ben-merkezcilikten vazgeçmekten, Rab’bin sizden istediği şeylerin peşinden koşmaktan ve O, bunlardan hoşnut olduğu için, sadece bunların peşinden koşmayı düşünmekten başka bunun çaresi yoktur.

Titus 2. bölüme göre kendimizi reddetmek
Başka bir yerde Pavlus, iyi düzenlenmiş bir yaşamın tek tek bölümlerini kısaca ama çok daha net olarak açıklamaktadır. “Tanrı’nın bütün insanlara kurtuluş sağlayan lütfu ortaya çıkmıştır. Bu lütuf, tanrısızlığı ve dünyasal arzuları reddedip şimdiki çağda sağduyulu, doğru, Tanrı yoluna yaraşır bir yaşam sürebilmemiz için bizi eğitiyor. Bu arada, mübarek umudumuzun gerçekleşmesini, ulu Tanrı ve Kurtarıcımız İsa Mesih’in yücelik içinde gelmesini bekliyoruz. Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti” [Tit. 2:11-14]. Pavlus, Tanrı’nın lütfunun bize cesaret verdiğini söyledikten sonra, Tanrı’ya samimiyetle tapmamızın yolunu açmak için, önümüzdeki başlıca iki engeli kaldırmıştır. Yani yaratılışımız gereği çok yatkın olduğumuz tanrısızlığı; ikincisi de, çok daha yaygın olan dünyasal arzuları. Pavlus, tanrısızlık derken aslında sadece batılı kast etmez, samimi Tanrı korkusuna ters düşen her ne varsa buna dâhil eder. Dünyasal şehvetler de, bedenin tutkularıyla aynıdır [Krş. 1Yu. 2:16; Ef. 2:3; 2Pe. 2:18; Gal. 5:16; vb). Bu durumda Yasa’nın iki levhasına da atıfta bulunan Pavlus, kendi doğamızı sıyırıp atmamızı, aklımızın ve irademizin dayattığı şeyi reddetmemizi emretmektedir. Yaşamdaki bütün eylemleri üç bölüm halinde sınırlamaktadır: Sağduyulu, doğru, Tanrı yoluna yaraşır olmak. Bunlardan sağduyu kuşkusuz, dünyasal malları idareli kullanmak ve sabırlı olmak kadar, yasaklanmış cinsel ilişkilerde bulunmamak ve ölçülülük anlamına da gelir. Doğruluk ise herkese hakkı verilsin [Krş. Rom. 13:7] diye, adalet kapsamındaki bütün işlerdir. Bunun ardından, Tanrı yoluna yaraşırlık gelmektedir. Bu, dünyadaki kötülüklerden koptuğumuzda bizi gerçek bir kutsallıkla Tanrı’yla birleştirir. Bunlar ayrılmaz bir bağla bir araya getirildiğinde, tam bir mükemmellik meydana gelir. Ne var ki, benliğin aklına elveda deyip, arzularımıza gem vurarak -hayır, bunlardan kurtularak- kendimizi Tanrı’ya ve kardeşlerimize adamaktan, dünyadaki pisliklerin içindeyken meleklerin yaşamını düşünmekten daha güç hiçbir şey yoktur. Sonuçta Pavlus, düşüncelerimizi bütün tuzaklardan kurtarmak için, boşuna gayret etmeyelim diye [Krş. 1Se. 3:5], mübarek ölümsüzlük umudumuzu bize hatırlatmaktadır. Kurtarıcımız Mesih, ilk gelişinde olduğu gibi, bahşettiği kurtuluşun meyvesini son gelişinde de ortaya koyacaktır. Böylece Mesih, bizi bulut gibi kaplayan ve göksel yüceliği gerektiği biçimde istememizi önleyen bütün büyüleyici şeyleri dağıtmaktadır. Yok, göksel mirasımız mahvolmasın ya da sonu gelmesin diye, bu dünyada hacı gibi[4] dolaşmayı bize öğretmektedir.

John CALVIN


[1] Cicero, De finibus III. xi. 36: “Ahlaki değerden başka hiçbir şey iyi sayılmamalıdır” (LCL basımı, s. 254 vd.); De legibus I. xiv. 40 (LCL basımı, Laws and Republic, s. 340 vd.) Seneca, Dialogues VII. ix. 4 (LCL Seneca, Moral Essays II. 122 vd.); Diogenes Laertius, Lives and Opinions of the Philosophers VII. lxxxix. 127 (LCL basımı, II. 196 vd.) Krş. Lactantius, Divine Institutes V. xvii. 16 (CSEL 19. 454; MPL 6 [xviii. böl], 606; çev. ANF VII. 153).

[2] Livy, History III. xxxiii. 7 (LCL Livy, II. 110)’dan. İnsanın kendini beğenmişliği ve gururu konusuna yapılan göndermeler için bk. I. i. 2; I. iii. 1 (son); II. i. 4; III. xiii. 1.

[3] “Mundum vitiorum esse reconditum in hominis anima. ”

[4] “Docet perigrinandum esse in mundo.” Burada Calvin, ayrıntılarına inmeden, bildik hac benzetmesini, sahip olacağı yüceliğe hazırlanan dünyadaki Hristiyan’a ve kiliseye uygun bulmaktadır. Krş. III. ix. 4-5; III. x. 1; Augustine, City of God XV. Vi (MPL 41. 442; çev. NPNF II. 287).

Bu yazıda geçen konular: