“İman” kelimesinin birden çok anlama geldiğini anlamalıyız. Çoğunlukla iman, az önce alıntı yaptığımız ayette olduğu gibi, sağlam bir Tanrı’ya bağlılık[1] öğretişi demektir. Pavlus aynı mektupta kilise görevlilerinin, “temiz vicdanla iman sırrına sarılmalarını” ister [1Ti. 3:9]. Aynı şekilde bazılarının imandan döneceklerini de duyurur [1Ti. 4:1]. Ancak öte yandan Timoteos’un “imanın sözleriyle beslendiğini” söylemektedir [1Ti. 4:6]. Yine “kutsallıktan yoksun, bilgi denen düşüncelerin çelişkilerinin” imandan sapmanın nedeni olduğu belirtmektedir [1Ti. 6:20-21; Krş. 2Ti. 2:16]; başka bir yerde ise bunlara iman konusunda “reddedilmiş insanlar” der [2Ti. 3:8]. Ayrıca Titus’a, onlara, “sağlam imana sahip olmalarını” [Tit. 1:3] “buyur” [Tit. 2:2] emrini verdiğinde, Pavlus “sağlam” sözcüğüyle, sadece saf öğretiyi kast etmektedir. Bu öğreti insanların döneklikleriyle kolayca bozulup yozlaşmaktadır. Yani, Mesih’e iman “bilginin ve bilgeliğin bütün hazinelerinde saklı olduğu” için [Kol. 2:3], iman, göksel öğretinin bütün toplamını doğru bir biçimde kapsamakta, ondan koparılamamaktadır.
Öte yandan iman, Matta’nın, Mesih’in felçliyi kiremitle kaplı çatıdan indirenlerde gördüğünü söylediği üzere [Mat. 9:2], belli bir nesneyle sınırlıdır. Mesih, İsrail’de bile yüzbaşınınki kadar büyük bir iman görmediğini açıklamıştı [Mat. 8:10]. Ama olasılıkla yüzbaşının tek isteği oğlunun iyileşmesiydi [Yu. 4:47 vd], onun tedavisi zihnini çok meşgul ediyordu, Mesih’in bir baş sallaması ya da yanıtı ona yettiği için, Mesih’in orada bulunmasını istememektedir. Bu koşuldan ötürü onun imanı çok övülmektedir.
Biraz önce, Pavlus’un imanı mucizeler yapmak armağanı diye anladığını öğretmiştik.[2] Bu, ne Tanrı’nın Ruhu’nun yeniden doğurduğu ne de O’na gayretle tapınan bazılarının sahip olduğu armağandır. Başka bir ayette de Pavlus, imanı, bizi imanda pekiştiren öğretiş diye tanımlamaktadır. İmanın ortadan kalkacağını yazdığında [1Ko. 13:10; Krş. Rom. 4:14] kuşkusuz, bugün bizim zayıflığımıza yararı olan kilisenin hizmetinden söz etmektedir. Bu konuşma tarzlarında bir benzetme ortaya çıkmaktadır. ” İman” sözcüğü, sahte bir iman ikrarı ya da yalancı bir yafta için yanlış kullanıldığında, kelimenin bu yanlış kullanılması, ahlaksız ve sapkın bir ibadete “Tanrı korkusu” denmesinden daha ters gelmeyecektir. Örneğin; Kutsal Tarih’te, Samiriye ve çevresindeki bölgelere yerleşen yabancı oymakların sahte tanrılardan ve İsrail’in Tanrı’sından korktukları sık sık belirtilmektedir [2Kr. 17:24-41]. Bu, açıkça onların yeryüzüyle gökyüzünü karıştırmaları demektir.
Ama şimdi soruyoruz, Tanrı’nın çocuklarını inanmayanlardan ayıran, bize Tanrı’ya Baba dedirten, bizi ölümden yaşama geçiren, sonsuz kurtuluş ve yaşam olan Mesih’i bizde yaşatan iman nasıl bir imandır? İmanın gücünü ve doğasını kısaca ve net olarak açıkladığıma inanıyorum.
Daha yüce bir bilgi olarak iman
Şimdi yeniden iman tanımının tek tek parçalarını inceleyelim. Onu gayretle inceledikten sonra kuşkusuz süreceğine inanıyorum. İmana “bilgi” dediğimizde, insanın algı duygusu kapsamına giren şeylerle genelde ilgisi olan bir tür anlayıştan söz etmiyoruz. İman, duygunun o kadar üzerindedir ki, insan zihni ona ulaşmak için çok daha öteye geçmeli, gelişmelidir. Zihin ona ulaşsa bile ne hissettiğini anlamaz. Ama anlamadığını kabul ettiğinde, bu kabul edişin kesinliğiyle, insana özgü bir şeyi kendi kapasitesiyle algıladığından daha çoğunu anlamaktadır. Bu nedenle Pavlus, onu güzel bir biçimde, “Mesih’in sevgisinin ne denli geniş ve uzun, yüksek ve derin olduğunu anlama, bilgiyi çok aşan bir sevgiyi kavrama” gücü diye tanımlar [Ef. 3:18-19]. Zihnimizin imanla kucak açtığı şeyin her yönden sonsuz ve bu tür bilginin bütün anlayışlardan çok daha yüce olduğunu kast eder. Bununla birlikte, RAB, “geçmiş çağlardan ve kuşaklardan gizlenmiş” olan [Kol. 1:26; Krş. 2:2] iradesinin sırrını “kutsallarına açıklamıştır”. O zaman çok geçerli bir nedenden ötürü imana genellikle “tanıma” denir [Bk. Ef. 1:17; 4:13; Kol. 1:9; 3:10; 1Ti. 2:4; Tit. 1:1. Flm. 6; 2Pe. 2:21]. Yuhanna ise bilgi der. imanlıların, Tanrı nın çocukları olduklarını bildiklerini duyurur [1Yu. 3:2]. Açıkçası onlar bunu kesinlikle bilirler. Ancak, mantıksal bir kanıtla öğrenmekten çok tanrısal gerçeğe inanmakla güçlenmektedirler. Pavlus’un sözleri buna işaret etmektedir: “Bu bedende yaşadıkça Rab’den uzaktayız. Gözle görülene değil, imana dayanarak yaşarız” [2Ko. 5:6-7]. Bu sözlerle Pavlus, iman yoluyla bildiklerinin yine de bizde bulunmadığını ve gözle görülmediğini belirtmektedir. Bundan çıkardığımız sonuca göre, iman bilgisi anlamaktan çok, güvenceyi kapsamaktadır.
İman kesinliği belirtmektedir
İnanmanın daha somut bir biçimde tutarlı olduğunu açıklayalım diye, “kesin ve sağlam” sözlerini ekliyoruz. İman, kuşkulu ve değişken bir görüşle yetinmediği gibi, belirsiz ve karmakarışık bir düşünceyle de yetinmemektedir; ancak insanların tecrübe edip kanıtlamaya alışkın oldukları üzere, tam ve sarsılmaz bir kesinlik istemektedir. İmansızlık yüreğimizin derinlerine kök saldığı ve biz de buna çok eğilimli olduğumuz için, her birimiz herkesin ağzıyla ikrar ettiği şeye zorlu bir mücadeleye girmeden inanabiliriz: Yani Tanrı’nın sadık olduğuna. Özellikle sıra gerçeğe geldiğinde, her insanın tökezlemesi onun gizli zayıflığını ortaya koyar. Kutsal Ruh’un, Tanrı’nın Sözü’nün yetkisinden bu kadar soylu sıfatlarla söz etmesi nedensiz değildir. O, Tanrı’nın vaatlerine tam olarak iman edebilelim diye, sözünü ettiğim bu hastalığı iyileştirmek ister. Davut, “Yehova’nın sözleri pak sözlerdir” der, “Toprak ocakta eritilmiş, yedi kez arıtılmış gümüşe benzer” [Mez. 12:6]. Aynı şekilde, “Yehova’nın sözü arıdır. O kendisine sığınan herkesin kalkanıdır” [Mez. 18:30]. Üstelik Süleyman da bu fikri neredeyse aynı sözlerle onaylamaktadır: “Tanrı’nın her sözü arıdır” [Özd. 30:5]. Ama 119. Mezmur’un neredeyse tamamında bu kanıt kabul edildiği için, daha fazlasını saymak gereksiz olacaktır. Elbette Tanrı, Sözü’nü bize her emredişinde, imansızlığımızdan ötürü bizi azarlamaktadır, çünkü yüreğimizdeki sapkın kuşkuları söküp atmaktan başka bir niyeti yoktur.
Tanrı’nın merhametini neredeyse hiç teselli bulmadan aldığını düşünen çok sayıda insan da vardır. Aynı zamanda Tanrı’nın kendilerine merhamet edip etmediğinden duydukları endişenin baskısı altındadırlar, çünkü çok inanır göründükleri bu şefkati dar sınırların içine hapsederler. Kendi aralarında aslında bunun çok büyük ve bol olduğunu, birçok kişinin üzerine saçıldığını, herkes için hazır ve ulaşılabilir olduğunu düşünürler; ama bunun onlara gelip gelmediği ya da onların ona gidip gitmedikleri belli değildir. Ama bu akıl yürütme yolun yarısında kaldığında sadece işin yarısıdır. Bu nedenle, ruh, endişe verici bir kuşkuyla rahatsız olduğu kadar güvenilir bir huzurla fazla güçlenmemektedir. Ancak Kutsal Yazı’da her zaman imanla bağdaştırılan güvence duygusu çok farklıdır. Bu bize, Tanrı’nın iyiliğini her türlü kuşkunun ötesinde apaçık gösterir [Kol. 2:2; 1Se. 1:5; Krş. İbr. 6:11 ve 10:22]. Ama biz, onun tatlılığını gerçekten hissetmezsek ve kendimiz tecrübe etmezsek olamaz. Bu nedenle elçi, imandan güven, güvenden cesaret kazanır. “Mesih’te ve Mesih’e olan inancımızla Tanrı’ya cesaret ve güvenle yaklaşabiliriz” der [Ef. 3:12]. Bu sözlerle, huzurlu yüreklerle Tanrı’nın gözünün önünde olmaya cesaret etmenin dışında, doğru bir iman olmadığını açıkça belirtmektedir. Bu cesaret ancak tanrısal iyiliğe ve kurtuluşa güvenden doğar. Bu, o kadar doğrudur ki, “iman” sözü çok sık olarak güven anlamında kullanılır.
İmanın kesinliği
Aslında imanın, üzerinde döndüğü ana menteşe budur: Tanrı’nın merhamet vaatlerine ancak bizim dışımızdaki gerçek diye değil, asla bizim içimizde olmayan gerçek diye bakarız; daha çok onları, içimizde bağrımıza basarak kendimize mal ederiz. Sonunda Pavlus’un başka bir yerde “barış” dediği bu güven doğar [Rom. 5:1], yeter ki, bununla barış sağlamak tercih edilebilsin. Tanrı’nın yargısının önünde vicdana huzur ve barış veren güvencedir bu. Bu güvence olmadığında vicdan, kendisini huzursuz eden bir alarmdan rahatsız olup neredeyse parçalanmalıdır; kişi Tanrı’yı ve kendini unutmazsa belki bu güven, bir an uyur. Aslında insan, tekrar tekrar geri dönen ve büyük bir şiddetle parçaladığı tanrısal yargının anısı olmadan, bu zavallı unutkanlığın keyfini uzun süre çıkaramaz. Kısacası, Tanrı’nın kendisi için sevecen ve iyi niyetli bir Baba olduğuna, cömertliğine dayanarak kendisine her şeyi vaat ettiğine, kurtuluş beklentisinden kuşku duymayarak tanrısal iyiliğin kendisine vaatlerine güvenen, sağlam bir inançla inanan biri ancak gerçek bir imanlıdır. Elçinin şu sözlerde işaret ettiği gibi, “Eğer güvenimizi ve övündüğümüz umudu gevşemeden sonuna kadar sürdürürsek…” [İbr. 3:7]. Bu durumda elçi, Göklerdeki Krallığın mirasını güvenle övenlerin dışında hiç kimsenin Rab’den iyilik umut etmemesini düşünmektedir. Bu kurtuluş güvencesine dayanarak şeytana ve ölüme karşı zafer kazananların dışında hiç kimsenin imanlı olmadığını söylüyorum; Pavlus’un ustaca toparlamasından öğrendiğimiz gibi: “Ne ölüm, ne yaşam, ne melekler, ne yönetimler, ne şimdiki, ne gelecek zaman, ne güçler. bizi Rabbimiz Mesih İsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir” [Rom. 8:38-39]. Aynı şekilde elçi, çağrıldığımız sonsuz miras umudunun farkına varmazsak, zihin gözümüzün aydınlanacağını düşünmemektir [Ef. 1:18]. Tanrı’nın iyiliğinden büyük bir güvence meyvesi toplamazsak, bu iyiliği iyi anlayamayacağımızı her yerde açıklayarak öğretmektedir.
[1] “Sanapietatis doctrina”
[2] III. ii. 9.
Yorum Ekle