Roma Katolikleri “Araf”larıyla artık canımızı sıkmasınlar, çünkü bu öğreti bu baltayla çoktan kesildi, yontuldu ve temellerinden alaşağı edildi. Bu konudaki düşüncelerini gizlemek ve söyledikleri gibi, çatışmaların şiddetlenmesine yol açan ama pek de aydınlatma sağlamayan Araf’tan söz etmemek gerektiğini düşünen bazı insanlarla aynı görüşte değilim.1 Elbette ben, bu boş konuşmaların ciddi sonuçları olmasaydı, bunları göz ardı etmeyi önerirdim. Ancak Araf birçok sövgünün üzerine inşa edildiği ve her gün yenilerine destek olduğu, ciddi suçlara teşvik ettiği için, kesinlikle görmezden gelinemez. Belki insan bir süre meraklı ve cesur bir ataklıkla bunun Tanrı’nın Sözü’nden ayrı olarak icat edildiği olgusunu bir şekilde gizleyebilir; insanlar, Şeytan “kurnazca” “vahiyler” uydurduğu için buna inanırlar; Kutsal Yazı’nın bazı ayetleri, bunu doğrulamak için bilgisizce çarpıtılır. Yine de Rab, gizli yargı yerleri ortaya çıksın diye insanın küstahlığına izin vermez; insanların O’nun Sözü’nü ihmal edecek kadar, gerçeği ölülerden soruşturmasına kesin yasak getirmiştir [Yas. 18:10-11]. Söz’ünün bu kadar dinsizce bozulmasına izin vermemektedir.
Yine de bütün bunlara, pek önemi yokmuş gibi bir süre göz yumulabilirdi; ama günahların kefareti Mesih’in kanından başka bir yerde arandığında, kefaret başka bir yere yönlendirildiğinde susmak çok tehlikelidir. Bu nedenle Mesih’in çarmıhını hükümsüz kılan, Tanrı’nın merhametini dayanılmaz bir biçimde küçümseyen, imanımızı yerle bir edip yok eden Araf’ın, Şeytan’ın ölümcül bir uydurması olduğunu sadece sesimizle değil, gırtlağımızla da, ciğerlerimizle de haykırmalıyız. Onların Araf’ı, ölümden sonra, ölülerin canlarının günahların kefaretini ödemesinden başka nedir? Kefaret düşüncesi yerle bir edildiğinde, Araf, hemen kökünden sökülmektedir. Ama imanlıların günahlarının tek kefaretinin, tek cezasının, tek arınmasının Mesih’in kanı olduğu daha önceki söylerimizden mükemmelce belliyse Araf’ın sadece Mesih’e karşı korkunç bir sövgü olduğunu söylemekten başka geriye ne kalıyor? Bunu her gün savunan saygısızlıkları, bunun dinde beslediği önemsiz suçları ve böyle bir dinsizlik çeşmesinden çıktığını gördüğümüz sayılamayacak kadar çok şeyi geçiyorum.
Müjde’lerdeki sözde Araf kanıtları
Sahtekârlıkla ve yanlış yere sımsıkı sarıldıkları Kutsal Yazı’daki bu ayetleri onların elinden çekip almamız gerekiyor. Rab, “Kutsal Ruh’a karşı işlenen günah ne bu çağda ne de gelecek çağda bağışlanacaktır” [Mat. 12:32; Mar. 3:28-29; Luk. 12:10] diye belirttiğinde, aynı zamanda, gelecek dünyada bağışlanacak bazı günahların olduğunu ima ediyor, diyorlar.[1] Ama Rab’bin burada günah suçundan söz ettiğini kim anlamaz? Ama şayet böyleyse bunun Araf’la ne ilgisi var? Onların düşüncelerine göre, günahların cezası Araf’ta çekildiği için, suçlarının şimdiki yaşamda bağışlandığını neden inkâr etmiyorlar? Ancak bize sövmelerine son vermek için, aksini daha da basit kanıtlamalılar. Rab, böylesine utanç verici bir kötülüğün bağışlanacağı umudunu kesmek istediğinde bunun asla bağışlanmayacağını söylemeyi yeterli bulmamıştır; ancak daha da vurgulamak için, bir ayırım yapmıştır. Her insanın vicdanının bu yaşamda tecrübe edeceği yargıyı ve dirilişte açıkça yapılacak olan son yargıyı bu ayırıma dâhil etmiştir. Sanki şöyle demiştir: “Bundan böyle bir yıkım olan kasıtlı başkaldırıya dikkat edin. Ruh’un verdiği ışığı isteyerek söndürmeye çalışan biri, ne günahlılara Tanrı’ya dönsünler diye verilen bu yaşamda, ne de Tanrı’nın meleklerinin, kuzuları keçilerden ayıracakları ve Göklerin Krallığının bütün suçlardan arındırılacağı Son Gün’de bağışlanacaktır” [Krş. Mat. 25:32-33].
O zaman Matta’daki şu benzetmeyi öne sürüyorlar: “Senden davacı olanla daha yoldayken anlaş. Yoksa o seni yargıca, yargıç da gardiyana teslim edebilir; sonunda da hapse atılabilirsin.. .Borcunun son kuruşunu ödemeden oradan asla çıkamazsın” [Mat. 5:25-26]. Bu ayette yargıç Tanrı’yı, davacı iblisi, gardiyan meleği ve hapis Araf’ı simgeliyorsa onlara isteyerek boyun eğeceğim. Ancak Mesih’in, haklı olarak, izinden gelenleri adalete ve anlaşmaya teşvik etmek için, adaletle ve iyilikle davranmaktansa yazılı yasanın taleplerini inatla tercih eden insanların maruz kaldıkları birçok tehlikeye ve kötülüğe işaret etmek istediğini herkesin anladığını varsayın. O zaman soruyorum, bu Araf nerede bulunur?
Filipililer, Vahiy ve İkinci Makabeler ‘den
Pavlus’un, gökteki, yerdeki ve yeraltındakilerin[2] hepsinin Mesih’e diz çöksünler diye duyurduğu sözlerinden [Flp. 2:10] kanıt arıyorlar. Genelde “yeraltındakilerle”, sonsuz lanete uğrayanlardan söz edildiğinin anlaşılmadığını kabul etmekten hoşlanıyorlar; bu durumda geriye, bu kelimenin Araf’ta ıstırap çeken canlar için geçerli olduğu kalıyor. Elçi, diz çökmekle samimi ve Tanrı’ya bağlı tapınmayı anlatıyorsa, kötü akıl yürütmüyorlar. Ancak elçi sadece, bütün yaratılanların boyun eğdikleri bu egemenliğin Mesih’e verildiğini öğrettiği için, “yeraltındakiler” ifadesinden, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne getirilecekleri, haklarındaki yargıyı korkuyla ve titreyerek kabul edecekleri besbelli olan iblisleri anlamamızı engelleyen nedir [2Ko. 7:15]? Bu nedenle Pavlus, aynı peygamberliği başka bir yerde de açıklamaktadır: “Hepimiz Mesih’in yargı kürsüsünün önünde duracağız. Çünkü ‘Ben yaşarken, her diz önümde çökecek’ yazılmıştır” vb [Rom. 14:10-11, Vg; Yşa. 45:23].
Ancak Vahiy’de söylenenler böyle yorumlanmamalıdır: “Ardından gökte, yeryüzünde ve denizlerdeki bütün yaratıkların, bunlardaki bütün varlıkların şöyle dediğini işittim: ‘Övgü, saygı, yücelik ve güç sonsuzlara dek tahtta oturanın ve Kuzu’nun olsun'” [Va. 5:13]. Aslında bunu kolayca kabul ediyorum ama hangi yaratıklardan söz edildiğini sanıyorlar? Elbette, burada hem akıldan yoksun hem de cansız yaratıkların anlaşıldığı çok kesin. Burada sadece, göğün zirvesinden yeryüzünün merkezine kadar dünyadaki her yerin, Yaratan’larının yüceliğini kendilerince ilan ettikleri duyurulmaktadır [Krş. Mez. 19:1].
Makabeler’i kutsal kitaplar kanonuna dâhil ettiğim sanılmasın diye, Makabelerin tarihinden öne sürdüklerini [2Mak. 12:43] yanıt vermeye değmez buluyorum. Ama Augustinus’un bunu kanonik kabul ettiğini söylüyorlar. Önce hangi cesaretle? “Yahudiler, Makabeler yazısını, Rab’bin, ‘Yasada,. .Peygamberlerde ve Mezmurlarda benim hakkımda yazılan her şey gerçekleşmeli’ [Luk. 24:44] diye tanıklıkta bulunduğu Yasa, Peygamberler ve Mezmurlar gibi düşünmezler” demektedir. “Ama bu, akıllıca okunur ya da dinlenirse kilise tarafından kabul edilmesi yararsız değildir.”[3] Ancak Hieronymus, öğretinin geliştirilmesinde Makabelerin yetkisinin hiçbir değeri olmadığını tereddüt etmeden öğretmektedir.[4] Cyprianus’a atfedilen İnanç Açıklamasına Dair adlı eski bir eserden, bu kitabın antik kilisede yerinin olmadığı çok açıktır.[5] Neden ben burada bu boş savları sürdürüyorum ki? Yazar sonunda, yanlış bir şey söylediyse bağışlanmasını dilediğinde, sanki saygısızlığını ödemesi gerektiğini yeterince iyi belirtmiyormuş gibi [2Mak. 15:39]! Yazdıklarının bağışlanmaya ihtiyacı olduğunu kabul eden biri, elbette bunların Kutsal Ruh’un kehaneti olduğunu iddia etmez. Bunun dışında, Yahuda, ölüler için Yeruşalim’e sunu gönderdiğinde, onun dine bağlılığı nihai dirilişi çok umut etmesinden başka bir fark gözetilerek övülmemektedir [2Mak. 12:43]. Bu tarihi yazan da, Yahuda’nın davranışını fidye bedeli olarak belirlememekte ama bunun, ülkeleri ve dinleri için ölen diğer imanlılarla sonsuz yaşamı paylaşabilsinler diye yapıldığını kabul etmektedir. Bu işte batıl ve yanlış bir görüşü inatla savunma gayreti yok değildir ama Mesih’in gelişiyle geçerliliğinin sona erdiğini bildiğimizde, yasadaki kurbanı bize kadar getirenler son derece aptaldır.
1.Korintliler 3. bölümdeki çok önemli ayet
Ancak Pavlus’un öyle kolayca üstesinden gelinemeyen, yenilmez bir topluluğunun olduğunu öne sürüyorlar. “Bu temel üzerine kimi altın, gümüş ya da değerli taşlarla, kimi de tahta, ot ya da kamışla inşa edecek. Herkesin yaptığı iş belli olacak, Rab’bin Günü’nde ortaya çıkacak. Herkesin işi ateşle açığa vurulacak. Ateş her işin niteliğini sınayacak,. .Yaptıkları yanarsa, zarar edecek. Kendisi kurtulacak ama ateşten geçmiş gibi olacaktır” [1Ko. 3:12-13, 15]. Bu ateş, pak insanlar olarak Tanrı’nın Krallığı’na girebilelim diye, günahların kirinin temizlendiği Araf ateşinden başka ne olabilir ki, diye soruyorlar. Ne var ki, eski yazarların çok büyük bir bölümü bunu başka tarzda, yani Rab’bin, Kendine ait olanları bedenlerinin murdarlığını sürdürmesinler diye sınadığı sıkıntı ya da çarmıh diye anlamışlardır.[6] Bu, uydurma bir Araf’tan çok daha mümkündür. Yine de bu adamlarla aynı görüşte değilim, çünkü bana öyle geliyor ki, bu ayeti çok daha kesin ve çok daha net anlıyorum.
Ne var ki, ben bunu öne sürmeden önce muhaliflerimin, bütün elçilerin ve azizlerin bu Araf ateşinden geçtiklerini düşünüp düşünmediklerinin bana cevabını vermelerini isterdim. Bunu inkâr edeceklerini biliyorum, çünkü hayal ettikleri liyakatleriyle kilisenin bütün üyelerine ölçüsüz derecede katkıda bulunanlar için Araf’ı istemek son derece saçma olurdu. Ancak elçi bunu duyuruyor ve hepsinin değil, bazılarının işlerinin kanıtlanacağını söylüyor. Bu benim değil, onların yorumlarına böyle karşı çıkan Augustinus’un savı. Daha saçma olan yanı ise yaptıkları herhangi bir iş nedeniyle ateşten geçeceklerini değil, kiliseyi, sadakatlerin en büyüğüyle inşa ederlerse, yaptıkları iş ateşle sınandığında ödüllendirileceklerini söylemesidir.[7]
Önce elçinin, insanların beyinlerinde ürettikleri öğretilere “tahta, ot ya da kamış” dediğinde, istiare yaptığını görüyoruz. Ayrıca bu istiare kolayca açıklanmaktadır: Yani tıpkı tahtayı ateşe attığınızda hemen yanıp bitmesi gibi, bu işler de sınanma zamanı geldiğinde kalıcı olmayacaktır. Böyle bir sınanmanın Tanrı’nın Ruhu’ndan kaynaklandığını herkes bilir. Bu durumda, bu istiarenin izini sürmek ve parçalarını birbiriyle doğru bir ilişki içine oturtmak için, Kutsal Ruh’un sınamasına “ateş” demektedir. Altın ve gümüş ateşe ne kadar yaklaştırılırsa, hakiki ve saf oldukları o kadar kanıtlanır. Ruhsal bir sınavda Rab’bin gerçeği, ne kadar dikkatle sınanırsa, yetkisi o kadar tam olarak kanıtlanır. “Tahta, ot ya da kamış” ise ateşe atıldığında aniden yanıp gider. Böylece, insanların Rab’bin Sözü’nü temel almayan buluşları Kutsal Ruh’un sınavına dayanamaz, hemen bitip tükenir. Kısacası, sahte öğretiler “tahta, ot ya da kamışla” karışlaştırıldığında, “tahta, ot ya da kamış” gibi oldukları için, ateşte yanıp giderler, ancak onları yakıp yok eden Rab’bin Ruhu’dur. Bundan çıkan sonuca göre, bu ateş onları sınayacak olan Ruh’tur. Bu sınava Pavlus, Kutsal Yazı’da genelde kullanıldığı tarzda “Rab’bin Günü” [1Ko. 3:13] demektedir. O, insanlara varlığını her ne zaman bir şekilde açıklamak istese, buna “Rab’bin Günü” denir; O’nun gerçeği ışık saçtığında gerçekten de yüzü çoğumuza parıldar. Pavlus’un “ateşle” Kutsal Ruh’un sınamasından başka bir şey kast etmediğini artık kanıtlamış olduk.
Ama yaptıkları işlerden zarar edecek olanlar [1Ko. 3:15] bu ateş aracılığıyla nasıl kurtulacaklar? Elçinin hangi tür adamdan söz ettiğini düşünürsek bunu anlamak güç olmayacak. O, yasaya uygun temeli koruyarak, bunun üzerine uygun olmayan malzemeler koyan şu kilise kurucularından söz etmektedir. Yani asli ve gerekli iman öğretilerinden sapmayan, daha az önemli ve daha az tehlikeli öğretilerde kaybolan, Tanrı Sözü’yle kendi buluşlarını harmanlayanlardan. Bu kişilerin, kendi buluşlarının yok sayılacağını, yaptıkları işlerden zarar edeceklerini söylüyorum. “Kendisi kurtulacak ama ateşten geçmiş gibi olacaktır” [1Ko. 3:15]. Yani bu, onların bilgisizliklerinin ve yanılgılarının RAB tarafından kabul edilmesi değil, Kutsal Ruh’un lütfu ve gücüyle bunlardan arınmış olmalarıdır. Bu durumda, Tanrı’nın Sözü’nün altın gibi paklığına bu Araf kirini bulaştıran biri, yaptığı işlerden zarar etmelidir.
İlk kiliseye başvurmanın Roma yanlılarına yararı olamaz
Ancak bunun, kilisenin en eski geleneği olduğunu söylüyorlar. Pavlus, kiliseyi inşa ederken ona uygun olmayan temeller atan herkesin, yaptığı işten zarar edeceğini duyurduğunda, kendi çağını da hükmüne dâhil ederek bu itiraza yanıt vermektedir [1Ko. 3:1115].
Karşıtlarım, ölüler için dua etmenin bin üç yüz yıldan beri bir gelenek olduğunu[8]söyleyerek bana karşı çıktıklarında, karşılığında onlara, bunun Tanrı’nın hangi sözüne, hangi vahye, hangi örneğe göre yapıldığını soruyorum. Sadece Kutsal Yazı’da bu konuda tanıklık yok değildir ama kutsallarla ilgili bütün örneklerde de hiç kimse bunu ortaya koyan bir tanıklık okuyamaz. Yas tutma ve gömme töreniyle ilgili olarak, burada birçok, kimi kez de ayrıntılı anlatımlar vardır; ancak bu dualarla ilgili olarak tek bir başlık bile bulamazsınız. Yine de konu ne kadar önemliyse o kadar açıkça söz edilmelidir. Ölüler için dua eden eski yazarlar da, ellerinde Tanrı’nın, bu konuyla ilgili bir buyruğunun ve yasal bir örneğin olmadığını anlamışlardır. Öyleyse bunu yapmaya nasıl cesaret etmişlerdir? Bu durumda, insan doğasından gelen bir şeye boyun eğdiklerini söylüyorum; bu nedenle de, onların yaptıklarına taklit edilecek bir örnek diye bakılmamalıdır. Pavlus’un Romalılara öğrettiği gibi, imanlıların güvenilir bir vicdan dışında hiçbir görev üstlenmemeleri gerektiği için [Rom. 14:23], özellikle bu kesinlik duada gerekmektedir. Yine de olasılıkla başka bir nedenle buna yönelmiş olabilirler: Yani üzüntülerinden kurtulmak için teselli aramışlar ve Tanrı’nın önünde, ölenlere sevgilerini kanıtlamamak onlara insanlık dışı gelmiştir. İnsan doğasının bu duyguya ne kadar yatkın olduğunu herkes tecrübeyle bilir.
İnsanın zihnini kızgın bir demir gibi yakan, kabul edilmiş bir gelenek de vardı. Öteki ulusların her zaman ölüler için törenler ve her yıl da ölülerin canları için arınma törenleri düzenlediklerini biliyoruz. Ama Şeytan aptal ölümlüleri bu hilelerle kandırsa bile, onları aldatmak için doğru bir ilkeden yararlanmıştır: Ölüm yok olmak değil, bu yaşamdan başka bir yaşama geçmektir. Öteki ulusları, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne gelmeye ikna edenin bu batıl inanç olduğu kuşkusuzdur, çünkü inandıklarını ikrar ettikleri gelecek yaşamı düşünmeyi ihmal etmişlerdir. Hıristiyanlar, kutsal olmayan insanlardan daha kötü olmasınlar diye, sanki kendileri hiç ölmeyecekmiş gibi, ölüler için tören yapmadıklarından ötürü utanmışlardır. Bu yanlış gayret buradan çıkmıştır. Cenaze törenlerine, şölenlere ve sunulara katılmazlarsa, çok ayıplanacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak sapkınlara benzemeye çalışmaktan kaynaklanan bu davranış, sürekli yeni eklemelerle o kadar ilerlemiştir ki, sıkıntı içindeki ölülere yardım etmek papanın kutsallığının asli işareti olmuştur. Ancak Kutsal Yazı, “Rab’be ait olarak ölenlere ne mutlu” [Va. 14:13] diye tanıklık ettiğinde, çok daha iyi ve çok daha yetkin bir teselli vermektedir. Nedenini şöyle eklemektedir: “Uğraşlarından dinlenecekler.” Dahası, sevgimizi kilisede sapkın bir dua tarzı oluşturacak boyuta getirmemeliyiz.
Kendisine bir nebze akıl bahşedilmiş biri, eski yazarlarda bu konuyla ilgili ne okursa okusun, halkın geleneği ve genel bilgisizlik nedeniyle buna izin verildiğini tabii ki, kolayca anlar. Babaların da yanlışı sürdürdüklerini kabul ediyorum. Düşüncesizce saflık, genelde insanları yargıyı düşünmekten yoksun bırakır. Yine de bu yazarlar okunduğunda ölüler için dua etmeyi nasıl tereddütle önerdikleri görülür. Augustinus, İtiraflar ında, annesi Monica’nın, sunakta törenler düzenlenerek hatırlanmayı üzerinde durarak istediğini anlatmaktadır. Açıkçası bu, yaşlı bir kadının isteğiydi. Oğlu bunu Kutsal Yazı’nın normuna göre sınayamazdı; ama annesine bu doğal sevgisini başkalarının onaylamasını istiyordu.[9] Üstelik yazdığı Ölülere Gösterilecek Özen kitabında kuşkuya o kadar yer verir ki, ölüler için aracı olmak isteyen birinin aptalca gayretli ateşini soğukluğuyla pekâlâ söndürmüş olmalıdır; elbette bu risale soğuk varsayımlarıyla, daha önce özen gösterenleri özensizliğe itecektir.[10]Uygulamaya verdiği tek destek, bu geleneğin sürdürülmesi nedeniyle, ölüler için bu dua etme töreninin hor görülmemesidir.
Ne var ki, ölülere yardım etmenin kilisenin eski yazarlarına dindarca bir davranış gibi geldiğini kabul etsem de, yalan söylemeyen kurala uymalıyız: Dualarımıza kendimizden bir şey katmak yasaya uygun değildir. Ancak isteklerimiz Tanrı’nın Sözü’ne uygun olmalıdır; O, Kendisinden ne talep edilmesini istediğini Kendi kararında emretmektedir. Bütün yasa ve müjde ölüler için tek bir hece bile dua edilmesine izin vermediğinden, Tanrı’nın bize emrettiğinden fazlasına çalışmak O’na saygısızca yakarmaktır.
Ama karşıtlarımız, eski kilise adeta onların yanlışlarına ortakmış gibi övünmesinler diye, arada çok büyük bir fark olduğunu söylüyorum. Eski insanlar, ölülerle ilgilenmiyorlarmış gibi görünmemek için, bunu onları anmak için yapıyorlardı. Ama aynı zamanda da ölülerin durumu konusunda kuşkularının olduğunu itiraf ediyorlardı. Araf konusunda o kadar kararsızdılar ki, bunun kesin olmadığını düşünüyorlardı. Bizim şimdiki karşıtlarımız ise Araf konusunda kapıldıkları hayalin sorgusuz sualsiz bir iman maddesi olmasını istiyorlar. Eski insanlar, Kutsal Sofra’yı paylaşırlarken ender olarak ve ancak formalite gereği ölülerini Tanrı’ya emanet ediyorlardı. Modern insanlar ise ölülere özen gösterilmesinde gayretle ısrar ediyorlar ve sırnaşık vaazlarıyla bunun sevgiden kaynaklanan bütün işlere tercih edilmesine yol açıyorlar.
Aslında eski yazarların, o zaman ölüler için edilen bütün bu duaların açıkça bırakıldığına dair tanıklık ettiklerini iddia etmek bizim için hiç de güç olmayacaktır. Bu ifadelerden biri Augustinus’a aittir. Herkesin bedenin dirilmesini ve sonsuza kadar sürecek yüceliği beklediğini ama ölen her insanın, şayet hak ediyorsa, ölümden sonra dinlendiğini öğretmektedir. Bu durumda Tanrı’ya bağlı bütün insanların peygamberlerden, elçilerden ve şehitlerden daha az olmamak üzere, ölümden hemen sonra mutluluk içinde dinlendiğine tanıklık etmektedir.[11] Şayet onların durumu buysa, sizden rica ediyorum, bizim dualarımız onlara ne verecek?
Saf insanları büyüledikleri o daha büyük batıl inançları atlıyorum; bunların sayısı çok olsa da, büyük bölümü o kadar canavarcadır ki, bunlara hiçbir ahlak maskesi takılamaz. Dünyadaki büyük bilgisizlik göz önüne alındığında, şehvetle sürdürdükleri bu son derece basit tüccarlıklara ben de sesimi çıkarmıyorum. Çünkü bunun sonu gelmez; bunları tek tek saymadan, benim iyi okurlarımın vicdanları doğru yolda yeterince devam edecektir.
John CALVIN
[1] Lombard, Sentences IV, xxi. 1 (MPL 192. 895); Eck, Enchiridion (1526), böl. xxv; Bernard, Sermons on the Song of Songs lxvi. ii’de Araf konusunda Mat. 12:32’den alıntı yapar (MPL 183. 1100; çev. S. J. Eales, Life and Works of St. Bernard IV. 405 vd.)
[2] “Infernorum.” Burada karşı çıkılan görüşler, Eck, Enchiridion (1526), böl. xxv’de ifade edilmektedir; Krş. Herborn, Enchiridion xlvii (CC 12. 162).
[3] Augustine, Against Gaudentius I. xxxi. 38 (MPL 43.729).
[4] Jerome, Preface to the Boks of Samuel and Malachi (MPL 28. 556 vd.)
[5] Rufinus, Commentary on the Apostles’ Creed xxviii (MPL 21. 374). Bu tez, Erasmus’un Cyprian yayınında Cyprian’ın eseri olarak basılmıştır (1530-1540). Calvin, buna böyle bakmıyor.
[6] Chrysostom, Homilies on Repentance, vaaz vi. 3 (MPG 49. 317 vd.); Augustine, Enchiridion viii. 68 (MPL 40. 864 vd.; çev. LCC VII. 379 vd); City of God XXI. xxvi. 1.2 (MPL 41. 743 vd; çev. NPNF II. 473 vd.). Krş. 1Ko. 3:15’in, Araf’a referans gösterildiği Lombard, Sentences IV. xxi. 1-3,
[7] Augustine, Enchiridion. a.g.y.
[8] Aquinas, Summa Theol. III. Ek lxxi. 2-8’de ölüler için dua etmeyi uzun uzadıya ele almaktadır: Dualar, vaftiz olmadan ölmüş, yargı gününü bekleyen çocuklar ve cennetteki canlar için değil, Araf’taki canlar için yararlıdır. Soru lxxi.10 ise ölüler için endüljanslara dairdir. Krş. J. Latomus, De quibusdam articulis in ecclesia controversis (Opera [1550], fo. 199a); J. Cochlaeus, Confutatio ccccc articularium M. Lutheri ex xxvi sermonibus eius, xviii (m. 305); Augustine, Enchiridion xxix. 109 vd (MPL 40. 283; çev. LCC VII. 405).
[9] Augustine, Confessions IX. Xi. 27; IX. Xiii. 37 (MPL 32. 775, 779 vd.; çev. LCC VII. 195. 200).
[10] Augustine, On Care for the Dead (MPL 40. 591-610; çev. NPNF III. 539-551). Augustine, yaşayanların ölülere yararı konusunda olumsuzdur.
[11] Augustine, John ‘s Gospelxlix. 10 (MPL 35. 1751; çev. NPNF VII. 273 vd.) Krş. Calvin’in Psychopannychia’sında (yazılışı 1534; yayınlanması 1542) bu konuyu ele alması (CR V. 17728; çev. Calvin Tracts I. 419-490).
1 Yorum