Tanrı aslında gücünün her şeye yettiği iddiasında bulunmakta ve bizim de bunu kabul etmemizi istemektedir -bu, Sofistlerin[1] düşündükleri gibi boş, asılsız ve neredeyse bilinçsiz şekilde değil, dikkatli, etkili, sonu gelmez bir faaliyet isteyen aktif bir şekildedir. Aslında bu, Tanrı, bir ırmağa bir zamanlar belirlenmiş olan yollarından akmasını emrediyormuş gibi, sadece düzensiz bir hareketin genel ilkesi değil, tek tek ve belirli hareketlere yönelik bir her şeye egemen olmadır. Gerçekten faaliyet gösterebildiği ama kimi kez ara verip boş oturduğu ya da önceden belirlediği doğanın düzenini genel bir itici güçle sürdürdüğü için değil, sağlayışıyla göğü ve yeri yöneterek, her şeyi, Kendisi tasarlamadan hiçbir şeyin olmayacağı şekilde düzenlediği için, O’nun gücünün her şeye yettiğine inanılmaktadır. Mezmur’da, “Ne isterse yapar” [Mez. 115:3] dendiğinde tasarlanmış belli bir istekten söz edilmektedir. Peygamberlerin sözlerini filozofların tarzında yorumlamak anlamsızdır. Bu yoruma göre, Tanrı bütün hareketin başlangıcının ve nedeninin ilk etkenidir. Sıkıntılı zamanlarda imanlılar, Tanrı’nın elinin altında oldukları için, O’nun kuralının ve buyruğunun dışında hiçbir şeyden üzüntü duymayacakları avuntusuyla kendilerini rahatlatmaktadırlar.
Ama Tanrı’nın yönetimi bütün işlerini kapsamaktadır. Bunu doğadaki akışla sınırlamak çocukça bir itirazdır. Aslında kendilerini en yararlı öğretişten yoksun bıraktıkları kadar Tanrı’yı da yüceliğinden yoksun bırakanlar, evrensel bir doğa yasasına göre, Tanrı her şeyin özgür bir rotada gitmesine izin vermiş gibi, O’nun sağlayışını dar sınırların içine hapsederler[2]. Şayet insan göğün, havanın ve denizlerin her hareketinin etkisine açık olsaydı, bundan daha acıklı bir şey olmazdı. Ayrıca Tanrı’nın herkese karşı özel iyiliği de böylece değeri olmayacak şekilde azalırdı. Davut, annelerinin emzirdiği çocukların bile yeterince açık tarzda Tanrı’nın yüceliğini övdüklerini haykırır [Mez. 8:2], çünkü ana rahminden çıkar çıkmaz O’nun göksel özeniyle kendileri için hazırlanmış yiyecek bulurlar. Yaşananların açıkça gösterdiğinin gözümüzden ve duyularımızdan kaçmaması koşuluyla, aslında bu, genel bir gerçektir. Bazı annelerin göğüsleri bol ve bereketli, diğerlerininkiyse neredeyse kurudur, çünkü Tanrı birini daha cömertlikçe ama bir başkasını daha az beslemek istemektedir.
Böyle bir övgüyü Tanrı’nın her şeye yeten gücüne yoranlar iki şekilde yararlanırlar. Birincisi, Tanrı’nın iyilik yapmak için yeterince bol gücü vardır. Gök ve yer O’nun mülkiyetindedir. Bütün yaratıklar O’nun itaatinin altına girmek için başının bir işaretine dikkat eder. İkincisi, Tanrı’nın koruması altında güvenle dinlenirler. Kaynakları ne olursa olsun korkabildiğimiz bütün zararlı şeyler O’nun istemine boyun eğer. O’nun yetkisi Şeytan’ın bütün öfkesini ve donanımını dizginler. O’nun başının işareti bir şeyin bizim gönencimize karşı olmasına bağlıdır. Yoksa tehlikelerin başlangıcında tekrar tekrar algıladığımız bu kontrolsüz ve batıl korkularımızı gideremeyiz ya da azaltamayız. Batıl inançlarımız yüzünden cesaretsiz olduğumuzu söylüyorum, yaratılanlar bizi tehdit ettiğinde ya da bizi çok korkuttuğunda bize zarar verecek içsel bir güçleri varmış, yanlışlıkla ve kaza eseri bizi incitebilirlermiş ya da Tanrı onların zararlı davranışlarına karşı bize yeterince yardım etmezmiş gibi korkuyoruz.
Örneğin; peygamber, Tanrı’nın çocuklarının, “imansızların genelde yaptıkları gibi, yıldızlardan ve gökteki belirtilerden korkmalarını” yasaklamaktadır [Yer. 10:2 mealen aktarma]. Tabii ki, her korkuyu suçlamıyor. Ama imansızlar evrenin yönetimini Tanrı’dan yıldızlara aktardıklarında mutluluklarının ya da mutsuzluklarının Tanrı’nın istemine değil, yıldızların kararına ve belirtilerine bağlı olduğunu hayal ediyorlar. Bu durumda, sadece O’na yöneltmeleri gereken korkularını O’nu bırakıp yıldızlara ve kuyrukluyıldızlara aktarıyorlar. Bu durumda, bu imansızlığın farkında olan biri, yaratılanların hiçbir değişken gücünün, davranışının ya da hareketinin olmadığını ama Tanrı’nın bilerek ve isteyerek hüküm vermesinin dışında, hiçbir şey olmayacak şekilde bunların Tanrı’nın gizli planıyla yönetildiğini hiçbir zaman unutmasın.
[1] “Sofistler.” Calvin, diğer Reformcularla ve birçok Hümanistle birlikte bu sözcüğü, bu konuları aksi yönde ele alan Skolastik yazarları tanımlamak için kullanmaktadır.
[2] Andreas Hyperius, bu konuyu ölümünden sonra yayınlanan Methodus Theologiae’de aksine bir görüşle ele alır. Hyperius (1511-1564) Reformcu bir bilgin ve Marburg’da profesördü.
John CALVIN
Yorum Ekle